4 Şubat 2009 Çarşamba

NEDEN HEDEF TÜRKİYE

Ülkemiz tarih boyunca çok merkezli çok yönlü ve sürekli tehdide maruz kalmıştır.Bu ülkeyi çökertmeyi amaçlayan bu tür hareketin en belirgin özelliği toplumun muhtelif kesimlerindeki kişileri kargaşanın içerisine çekmek ve onları kullandığı gerekçeler etrafında toparlamak suretiyle, önce fikir ayrılıkları doğurarak bölmek, sonra bölünen parçaları örgütlemek ve terör ortamına iterek birbirlerini kırdırmak şeklinde özetlenebilir. Böyle özelliğe sahip harekete girişen yıkıcı odakların hedef aldıkları kitlelerin en başında gençlik gelmektedir. Zira, idare ve öğretim kadrosu ile de dinamik güce sahip bulunan gençlik, toplumun en etkin ve en aktif bir kesimin oluşturmaktadır.Son yıllarda ülke ve toplumumuza yönelik tehditlerin incelenmesi sonucunda özellikle genç nesillerimize ulu önder ATATÜRK’ ün belirttiği TÜRKİYE ve Türk’e düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek yönünde yeterli eğitimin verilemediği görülmektedir.Yani öğrenim sınırı ne olursa olsun gençlerimize ;”Türkiye’nin bağımsızlığına düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği yeterince öğretilememiş, her karşıt düşünceye karşı savunma zorunluluğu” telkin edilmemiştir.Böyle bir telkine başvurmak bir yana ;ülkemize yönelik her türlü tehdidin gerçek yüzü hedefi, teşkilatı, hareket yöntemi hakkında elde edilen bilgiler de sorumlu makamların kasalarında kilitli bırakılmış ve bunların aktarılmasında çekingen davranılmıştır. Bu tutum nedeniyle de, toplumun hiçbir kesimi tehdide ait gerçek bilgilerle bilinçlendirilememiş ve sonuçta Atatürk’ ün direktiflerinden kastettiği mücadele ve savunma şuuruna sahip bir gençlik kitlesi oluşturulamamıştır. Buna karşı ise, tehdit odakları bu boşluğu iyi değerlendirerek, ayrı bir direnç görmeden arzuladıkları ortama kısa zamanda ve kolaylıkla kavuşabilmişlerdir. Kitap; büyük önder Atatürk’ün direktifleri dikkate alınarak, ülkemize yönelik çok merkezli, çok yönlü ve sürekli tehdit ile bu tehdidin 12 Eylül 1980 öncesindeki görünümü hakkında ülkemizin emanet edildiği gençlerimizi mümkün olan azami bilgilerle teşhis etmek amacıyla hazırlanmıştır.Ülkemiz jeopolitik önemi nedeni ile devamlı bir tehdit altında bulunmaktadır. Zira, Tarihin her devresinde kendisine süper güç olarak kabul ettiren devletler veya bu devletlerin içinde bulunduğu çok uluslu toplulukları, jeopolitik önemi nedeni ile topraklarımızın üzerinde güçlü bir devlet oluşumunu kendi çıkarları açısından istememektedirler. Güçlü bir Türkiye‘ye engel olmak için de her olayı bu görüş ile değerlendirmekte ve sonuçta her fırsattan istifade ederek kendi görüşleri doğrultusunda bir takım açık-örtülü veya sinsi faaliyetlere başvurmaktadırlar. Bu durum ülkemize yönelik tehdidin devamlılık göstermesine sebep olmaktadır.Diğer taraftan süper güçlerden farklı bir dine sahip olduğumuzdan, uluslararası çıkarlarımızın savunulmasında yeterli destek sağlanamaktadır. Oysa, kendi dinlerinden olan diğer ülkelere karşı bu destek cömertçe ve esirgenmeden verilmektedir. Bu bakımdan ülkemize yönelik tehditleri iyi tahlil edebilmek için din faktörü daima göz önünde bulundurulmalıdır.İşte tehdidin devamlılığı ve en haklı konularda bile ülkemizin dış destekten mahrum kalabileceği, her Türk’ün bilincinde yer etmesi gereken ön önemli husus olmalıdır. Bu nedenle karşılaşılan her türlü sosyopolitik ve sosyokültürel problem ve darboğazların kendimize göre değerlendirilmesini yaparken veya bu tür problem karşısında kendimize düşecek görevin ne olabileceğini tespit ederken, olayları ülkemizin jeopolitik öneminden kaynaklanan sürekli tehdit süzgecinden geçirdikten sonra problemlerin asıl kaynağına inilebilecek ve gerçek ortaya çıkarılabilecektir.Silah sanayisinde yapılan atılımlar ve silahlanmanın ülke ekonomisine yükleyeceği ağır yük, kitle tahrip silahların insanlığa indireceği korkunç darbe nihayet galip veya mağlup tarafların aynı ölçüde etkilenmenin getirdiği çekingenlik nedenleri ile büyük güçler artık topyekün sıcak savaşlardan mümkün olduğu kadar kaçınma yolunu tercih etmektedir. Ama bu hal, süper güçlerin kendi milli çıkarlarını gözden geçirip özellikle ülkemiz açısından daha başka politikalar izlemelerini gerektirmemiştir.Belki uzatılan her eldeki sıcaklığın dozajını ayarlamak için özel dikkat sarf edilmiş ama, tebessümlerin ardındaki gerçeklerde bir değişiklik olmamıştır. Bir taraf, demokratik idare tarzlarından kaynaklanan usul ve metotlarla dostluk elini uzatırken, güçlenmemiz açısından önemli olan muslukları kendi kontrolüne alma ve bunu kendi kontrolünde tutma gayreti içinde olmayı tercih etmiş, diğer bir taraf ise kendi tarihi emellerini gerçekleştirmek maksadıyla çeşitli sloganları da maske ederek ülkeleri içerden çökertme stratejisi dediğimiz yıkıcı faaliyetlere ağırlık vermiştir.Yıkıcı ve bölücü faaliyetlerden kaynaklanan anarşi ve terör ile mücadelede başarının; toplumumuzdaki her kesimin anarşiye karşı direnç kazanması başka bir ifade ile, toplumumuzun şuurlandırılması ile mümkün olabileceği değerlendirilmektedir.Yıkıcı odakların aşamalar halinde ülkeyi parçalamayı amaçladıkları bilinen bir gerçektir. Bu safhaların en önemlisi sempatizan kitle oluşturmaya yönelik başlangıç safhasıdır. Eğer bu safhadan başarı sağlayamazlar ise, yıkıcı unsurlar diğer safhalara sıçrama imkan ve kabiliyetine erişemeyeceklerdir. Bu safhadan devlet güçlerinin haberdar olması çok güçtür. Ancak bu safhanın sonuna doğru başlayan bazı masum görünümlü olaylar çıkar ki bunlar da devlet güçlerince alınan bazı polisiye tedbirler ile söndürülmeye çalışılır. Bu nedenle tehdit mihraklarının sempatizan oluşturmak gayret ve faaliyetlerine karşı gençliğin uyanık tutulması ve bilgili kılınması gerekmektedir. Yapılan araştırmalar, Türk’e ve Türkiye’ ye karşı zararlı faaliyetler gösteren her türlü fikir ve odakla mücadelede en önemli hususun toplumun bütününü şuurlandırmak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlayış ve şuurla milli hedef ve menfaatlerimiz istikametinde kenetlenmekle, mücadelede de büyük mesafeler alınacaktır.Bu arada başta geleceğin teminatı olan gençlerimiz ve toplumun diğer kesimlerinde mevcut problemlerin çözülmesi de önemli yer tutmaktadır. Tehdit odaklarının yakın amaçları; hedef ülkelerde memnun olmayan kitleler oluşturmaktır. Memnuniyetsizliğe sebep olacak her türlü idari kanuni ve uygulamaya dönük problemlerin çözümü gerekir.Ancak bilinmesi gereken husus ne tür problem ve memnuniyetsizlik olursa olsun, çözümü hukuk dışı yaklaşımlarda aramak kendimiz kadar ülke ve toplumumuz içinde kayıp olacaktır. Her türlü istek ve davranışımızda, mevcut anayasa ve kanunlara uymak kaçınılmaz bir vatandaşlık borcudur. Bu nedenle kökü dışardan olan her türlü fikir, doktrin ve ideolojiden uzak, milli hedef ve menfaatlerin bir parçası olarak devlet ve millet hizmetinde bulunmak en önemli vatandaşlık görevi olarak bilinmelidir.

30 Ocak 2009 Cuma

ÇANAKKALE ŞİİRİ

OSMANLI PADİŞAHLARI



Osmanlı Padişahları
Saltanatı
Doğumu
Vefatı
Babası
Annesi
1.
Osman Gazi
1299-1326
1258
1326
Ertuğrul Gazi
Hayme Hatun
2.
Orhan Gazi
1326-1359
1281
1360
Osman Gazi
Mal Hatun
3.
Sultan 1.Murad
1359-1389
1326
1389
Orhan Gazi
Nilufer Hatun
4.
Sultan Yıldırım Bayezıd
1389-1403
1360
8 Mart 1403
Sultan 1.Murad
Gülçiçek Hatun
5.
Sultan Çelebi Mehmed
1413-1421
1389
26 Mayıs 1421
Sultan Yıldırım Bayezıd
Devlet Hatun
6.
Sultan 2.Murad
1421-1451
1402
3 Şubat 1451
Sultan Çelebi Mehmed
Emine Hatun
7.
Fatih Sultan Mehmed
1451-1481
29 Mart 1432
3 Mayıs 1481
Sultan 2.Murad
Huma Hatun
8.
Sultan 2.Bayezıd
1481-1512
3 Aralık 1447
26 Mayıs 1512
Fatih Sultan Mehmed
Mükrime Hatun
9.
Yavuz Sultan Selim
1512-1520
10 Ekim 1470
22 Eylül 1520
Sultan 2.Bayezıd
Gülbahar Hatun
10.
Kanuni Sultan Süleyman
1520-1566
27 Nisan 1495
7 Eylül 1566
Yavuz Sultan Selim
Hafsa Hatun
11.
Sultan 2.Selim
1566-1574
28 Mayıs 1524
15 Aralık 1574
Kanuni Sultan Süleyman
Hürrem Sultan
12.
Sultan 3.Murad
1574-1595
4 Temmuz 1546
16 Ocak 1595
Sultan 2.Selim
Nurbanu Sultan
13.
Sultan 3.Mehmed
1595-1603
26 Mayıs 1566
21 Aralık 1603
Sultan 3.Murad
Safiye Hatun
14.
Sultan 1.Ahmed
1603-1617
18 Nisan 1590
22 Kasım 1617
Sultan 3.Mehmed
Handan Sultan
15.
Sultan 1.Mustafa
1617-1623
1592
20 Ocak 1639
Sultan 3.Murad
Handan Sultan
16.
Sultan 2.Osman
1617-1622
3 Kasım 1604
10 Mayıs 1622
Sultan 1.Ahmed
Mahfiruz Haseki Sultan
17.
Sultan 4.Murad
1623-1640
27 Temmuz 1612
9 Şubat 1640
Sultan 1.Ahmed
Kösem Sultan
18.
Sultan İbrahim
1640-1648
5 Kasım 1616
18 Agustos 1648
Sultan 1.Ahmed
Kösem Sultan
19.
Sultan 4.Mehmed
1648-1687
2 Ocak 1642
6 Ocak 1693
Sultan İbrahim
Turhan Sultan
20.
Sultan 2.Süleyman
1687-1691
15 Nisan 1642
22 Haziran 1691
Sultan İbrahim
Saliha Dilasub Sultan
21.
Sultan 2.Ahmed
1691-1695
25 Şubat 1643
6 Şubat 1695
Sultan İbrahim
Hatice Muazzez Sultan
22.
Sultan 2.Mustafa
1695-1703
5 Haziran 1664
29 Ocak 1704
Sultan 4.Mehmed
Emetullah Rabia Sultan
23.
Sultan 3.Ahmed
1703-1730
31 Aralık 1673
1 Temmuz 1736
Sultan 4.Mehmed
Emetullah Rabia Sultan
24.
Sultan 1.Mahmud
1730-1754
2 Agustos 1696
13 Aralık 1754
Sultan 2.Mustafa
Saliha Valide Sultan
25.
Sultan 3.Osman
1754-1757
2 Ocak 1699
30 Ekim 1757
Sultan 2.Mustafa
Şehsuvar Valide Sultan
26.
Sultan 3.Mustafa
1757-1774
28 Ocak 1717
21 Ocak 1774
Sultan 3.Ahmed
Mihrimah Sultan
27.
Sultan 1.Abdülhamit
1774-1789
20 Mart 1725
7 Nisan 1789
Sultan 3.Ahmed
Rabia Şermi Sultan
28.
Sultan 3.Selim
1789-1807
24 Aralık 1761
28 Temmuz 1808
Sultan 3.Mustafa
Mihrişah Sultan
29.
Sultan 4.Mustafa
1807-1808
8 Eylül 1779
16 Kasım 1808
Sultan 1.Abdülhamit
Ayşe Saniye Perver Sultan
30.
Sultan 2.Mahmud
1808-1839
20 Temmuz 1785
30 Haziran 1839
Sultan 1.Abdülhamit
Nakşıdil Valide Sultan
31.
Sultan Abdülmecid
1839-1861
25 Nisan 1823
25 Haziran 1861
Sultan 2.Mahmud
Bezmialem Valide Sultan
32.
Sultan Abdülaziz
1861-1876
8 Şubat 1830
4 Haziran 1876
Sultan 2.Mahmud
Pertevniyal Valide Sultan
33.
Sultan 5.Murad
1876′da 93 gün
21 Eylül 1840
29 Agustos 1904
Sultan Abdülmecid
Şevk-efza Kadın Efendi
34.
Sultan 2.Abdülhamid
1876-1909
21 Eylül 1842
10 Şubat 1918
Sultan Abdülmecid
Tirimüjgan Kadın Efendi
35.
Sultan Mehmed Reşat
1909-1918
2 Kasım 1844
3 Temmuz 1918
Sultan Abdülmecid
Gülcemal Kadın Efendi
36.
Sultan Mehmed Vahidüddin
1918-1922
2 Şubat 1861
15 Mayıs 1926
Sultan Abdülmecid
Gülistu Kadın Efendi

ŞEYH ŞAMİL


İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası bölgenin yerli halklarından Avar Türklerine mensup Dengau Muhammed’dir. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu. Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu. Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı. İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu. Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu. Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir. İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti. Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular. Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir. 1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır. Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler. Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir; "Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu." Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur. İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz. İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Şürefa dairesinde misafir edilir. Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.

29 Ocak 2009 Perşembe

PEYGAMBER EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED (S.A.V)' in HAYATI (genel anlatım)


Hz.Peygamber (s.a) kayıtsız şartsız yeryüzü halkının neseb yönünden en hayırlısıdır. Nesebinin şerefi en yüksek doruk noktasındadır. Buna düşmanları bile şahitlik ederlerdi. Bu yüzden düşmanı olan Ebu Sufyan, Bizans hükümdarının huzurunda bu şekilde tanıklıkta bulunmuştu. En şerefli kavim onun kavmi, en şerefli kabile onun kabilesi ve en şerefli aile onun ailesidir. Habibullah (sav), Mekke'de, Rebi'ül-evvel ayının onkinci Pazartesi gecesi sabaha karşı dünyaya gelmiştir (M.570). Böylece, Hz.Adem'den beri devam ede gelen peygamberlik nuru sahibini bulmuş oldu. Babası Abdullah, Peygamberin doğumun dan iki ay önce vefat etmiştir. Annesi Vehb kızı Amine, doğumunda diğer kadınlar gibi eziyet çekmemiş, hatta ağırlık bile hissetmemiştir. Hamileyken, bir gece rüyasında tanımadığı bir kimse gelip; "Sen alemlerin hayırlısına hamilesin; doğduğunda adını Muhammed koy", diye ikaz bulunmuş; doğum anında da heybetli bir ses duyarak irkilmiştir. Ne zaman ki Muhammed vücuda geldi; baktım, mübarek başını secdeye koydu; ellerini kaldırdı, duada bulundu", şeklinde anlatıyor. Hz. Muhammed (s.a.v) sünnetli doğmuştur. Doğduğunda sırtında ve omuzunda peygamberlik mührü vardı. Doğumuna arz şehadet etmiştir. * Resulullah (s.a.v) doğduğu gece, yeryüzünde bir çok put düşüp kırılmıştır. * İran hükümdarı Kisrai kemerli bir saray yaptırmıştı. On dört kulesi vardı. O gece kulelerin bütün şerefeleri yıkılmıştır. O zaman Araplar arasında adet olduğu üzere, çocuğun süt anneye verilmesi kararlaştırıldı. Ancak hiçbir sütanne, yetim bir çocuğu almak istemiyordu. Bu arada amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, çocuğu bir müddet emzirdi. Kardeşinin oğlunun doğumuna sevinen Ebu Leheb'in, onun şerefine Süveybe'yi azad ettiğini ve bu yüzden Efendimizin doğduğu gün olan her pazartesi günü azabının biraz hafifletildiğini kaynaklar bize bildirmektedir. Sonunda Beni Sa'd kabilesinden Halime binti Ebi Züeyb, Hz.Muhammed'i kabul etti. O sırada Beni Sa'd yurdunda kıtlık vardı. Hz. Halime bebeğin gelişi ile ineklerin sütünün artığını, çadırın etrafının yeşilliklerle dolduğunu, evine bereketin geldiğini ifade ediyor. Resulullah (s.a.v) ,bu göçebe süt anne'nin yanında oldukça sade bir hayat geçirmiştir.Gündüz otlakta sürülere bakıyor, aileye yardım ediyordu.Çoğu zaman ,yalnızca hurma ve süt ile yetiniyorlardı. Hz.Muhammed (s.a.v), süt kardeşleri ile kırlarda oynuyor,koyun güdüyordu. Bir defasında, süt kardeşi Şeyma'nın omuzunu bilinmeyen bir sebeple o kadar kuvvetli ısırmıştıki, ömür boyu izi silinmedi. Yıllar sonra bir savaşta esir düşen Şeyma'yı, Resulullah (s.a.v) bu yara izinden tanımış gözleri yaşarmıştı. Hz.Halime, Hz.Muhammed'i (s.av) kendi çocuklarından fazla seviyordu. Daha ilk günden ondaki farklılığı hisseden Halime, O'nu gözü gibi koruyordu. Resulullah, süt annesinin sağ göğsünden emer, sol göğsünü kardeşlerine bırakırdı. Ondaki bu üstün hallerden ve mucizelerden ürken Hz.Halime çocuğu annesine teslim etti. Kısa bir süre sonra annesi, zenci cariye Ümmü Eymen ve bir hizmetçi ile Medine'ye hareket ettiler. Neccaroğuları kabilesinden birinin evinde ikamet edildi. Resulullah'ın babasının kabrini de ziyaret etmişlerdi. Hz.Amine, dönüş yolu üzerinde Ebva denilen yerde vefat etti ve oraya gömüldü. Resullah (sav) o sırada altı yaşında bulunuyordu. Zenci cariye Ümmü Eymen ile Mekke'ye dönen Hz.Muhammed (sav), epeyce yaşlı olan dedesine teslim edildi. Şefkatli bir insan olan Abdulmuttalib'in, öksüz ve yetim torununa gösterdiği sevgi pek büyüktü. Dedesi vefat edince Hz.Muhammed (sav) diğer dört amcasına tercihen, Ebu Talib' emanet edildi. Çünkü güvenilir, zeki, cömert ve iyi kalpli biriydi. Diğer amcası Ebu Leheb kendisini içkiye kolay hayata vermiş bir ahlaksızdı. Esasen daha çocukluk devresinden itibaren Peygamberimiz ile Ebu Leheb'in arasının açık olduğu görülür Resulullah (sav) pek zengin olmayan fakat cömertliği ile tanınan amcasının yanında pek rahat içinde yaşamıyordu. Ancak Ebu Talib ve zevcesi, ona kendi çocuklarından daha iyi bakıyorlar, diğer çocuklar gibi sofra kurulur kurulmaz saldırmadığından ona ayrı yemek çıkarıyorlardı. Resulullah'ın yengesine olan sevgisi bir anne sevgisinden farksızdı. Ebu Talib Suriye'ye bir kervan götürmek üzere yola çıktığında Resulullah dokuz bir rivayete göre de on iki yaşında idi. Şam ile Kudüs arasında Busra denilen bir yerde kervan konakladı. Burası Bizans toprağı olduğundan yakında bir manastır bulunuyordu. Bu manastırda bulunan rahip Bahira, Hıristiyanlığı bilen, İncil'i derinlemesine incelemiş biriydi. Son peygamberin gelmesinin yakın olduğunu biliyordu. Ebu Talib'e çocuğun kim oduğunu sordu."oğlum" cevabını alınca,"O senin oğlun olamaz" Bu çocuğun babası ölmüş olmalı", dedi. Ebu Talib amcası olduğunu söyleyince, çocuğu hemen geri götürmesini tavsiye etti. Ebu Talib'te Mekke'ye dönmekte acele etti.


PEYGAMBER EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED (S.A.V)' in ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ


Bir insanın hayatında anne babasının yeri tartışılmaz. Bu her insan için aynıdır. Daha doğmadan babasını çok küçük yaşta da annesini kaybeden Hz.Muhammed'in (sav) bütün sevgisinin odak noktasını Rabbi teşkil ediyordu. Anne ve babasından sonra çok sevdiği dedesi ve amcasını da kaybeden Hz. Muhammed'i (sav), Allah (cc) adeta kimse ile paylaşamıyor, Habibi'nin sevgisinin yalnız kendisine ait olmasını istiyordu. Resulullah (sav) aynı zamanda ummi idi. Zaten Kureyş'in aklına durgunluk veren de; okuması yazması olmayan bir insan dan dünya'nın en güzel sözlerinin duyulması idi. Eğer herhangi bir eğitim görmüş olsaydı, ona karşı olanlar ve inkarcılar bunu delil olarak kullanacak ve ayetleri kendisinin yazdığını iddia edeceklerdi. Ümmilik.O'nu savunduğu davada bu tür suçlamalardan koruyordu. Diğer bir husus; Resulullah'a ilk vahiy edilen ayet; "Seni yaradan Rabbinin adıyla oku", idi. Demek ki asıl aydın, asıl ilim sahibi, Allah'ı bilen, O'nun adıyla okuyan, O'nu tanıyan insandır. Resulullah'ın (sav) doğumundan itibaren her an, her saniye Allah (cc) tarafından korunduğunu görüyoruz. Ondaki farklılık, ondaki üstün haller ve seçilmişlik, bu ilahi himayenin sebebidir. O her haliyle diğer insanlardan farklıydı Alemlere Rahmetti. O'nda da nefis vardı ama O her türlü kötülük ve günahtan korunmuştu. Bir defasında kendine putlara adanan putlara adanmış hayvanların etinden ikram eden Zeyd İbn Ammar'a; "Putlara adananı yemem", buyurmuştur. Yine her yıl düzenlenen bir putperest bayramına halaları tarafından zorla götürülmüş, bayram yerinde bazı kişiler gelerek bu ayinlerin kendisine yasaklandığını ona bildirmişlerdir. Halaları da O'nu bir daha böyle yerlere götürmemişlerdir.

Sahih hadislerden de anlaşılacağı gibi; Hz. Muhammed (sav) soyların en faziletlisinden dünyaya gelmiştir." Allah mahlukatı yarattı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı.Sonra onları,Arap ve Arap olmayanlar diye iki fırkaya ayırdı ve beni en hayırlılarının içinde kıldı (Kureyş). Sonra, ailelere ayırdı ve beni en hayırlı aileden kıldı.Şahıs olarak da ailenin en hayırlısı kıldı", bu hadisi şerif bize bunu anlatmaktadır



PEYGAMBER EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED (S.A.V)' in Hz. HATİCE İLE EVLİLİĞİ


Resulullah'ın (sav) ve ailesinin, tarım ve ziraatle uğraştığına dair hiçbir bilgi mevcut değildir.Hz.İbrahim(a.s) şu duasında da zikrettiği gibi "Ey Rabbimiz, Namazı dosdoğru kılmaları için ben; çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kabe) yanında, eksiksiz bir vadiye yerleştirdim.. "(İbrahim:37). Mekke vadisinde ziraat yoktur.Geriye yalnız ticaret kalıyor.Bu ticaret de daha çok; kumaş , yiyecek kuru yemiş ve güzellik malzemeleri üzerine idi. Habibullah (sav) gençlik dönemine girmesiyle beraber ticaretle uğraşmaya başlamıştır. Mekkeli tüccar, Kays b. es-Saib İslam'dan önce O'nunla ticari münasebetleri olduğunu ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını anlatır. Mekke'liler tacire (kadın tüccar) ve tahire ( temiz kadın ) adını verdikleri Hz.Hatice, Mekke'li zengin bir dul kadın idi. İki kez evlenmiş, iki eşini de kaybetmişti ( ilk eşi, Atik el-Aziz et-Tamime; ikinci eşi, Hind b.Zürare'dir her iki eşinden de birer çocuğu olmuştur. Birkaç sene kıtlığın ağır basması üzerine Ebu Talib, Yeğenini iş istemesi için Hz. Hatice'ye gönderdi Hz. Hatice'de,ahlakının güzelliğini ve ününü sık sık duyduğu Hz. Muhammed'e memnuniyetle kervanını teslim etti ve onu , kölesi Meysere'yi de yanına katarak Kudüs yakınlarındaki Busra denilen yere gönderdi. Hz.Muhammed (sav) burada Netura isimli keşişle karşılaştığı tarihçiler tarafından anlatılır. Her an onun başının üzerinde dolaşan bulut keşişin dikkatini çekmiş ve kendisi ile tanışmak istemiştir. Evvelce tanışmış olduğu Meysere'yi yanına çağırarak Hz.Muhammed hakkında bazı sorular sordu. Aldığı cevaplar karşısında irkilen keşiş; "O Peygamber'dir, hemde Peygamberlerin sonuncusudur", demekten kendisini alamamıştır. Hz.Muhammed (sav) alışverişlerini tamamladıktan sonra Mekke'ye döndüler. Meysere yolculuk boyunca tüm olanları Hz. Hatice'ye bir bir anlatır. Hz.Hatice'nin Peygamberimize karşı saygısı ve sevgisi bir kat daha artmıştır. Hz.Hatice iş bahanesi ile Hz . Muhammed'i (sav) sık sık evine davet etti ve hediyeler gönderdi. Allah Resulu ile evlenmeyi istiyordu. Sonunda meseleyi dostu Nüfeyse'ye açtı. Onun aracılığıyla Muhammed (sav) ile Hz. Hatice evlendiler (miladi 595) O sırada Hz.Muhammed (sav) 25, Hz.Hatice ise 40 yaşında bulunuyordu. Peygamber efendimiz daha sonra Hz.Mariye'den olan oğlu İbrahim hariç diğer çocukları Hz. Hatice ' dendi. Bunların isimleri: Kasım, Rukiyye, Fatıma, Ümmü Gülsüm ve Abdullah idi. Kasım ve Abdullah küçük yaşta vefat etmişlerdir. Hz.Peygamber her sahada olduğu gibi aile hayatında da örnek ev reisi olmuş; hanımına ve çocuklarına karşı her halükarda müşfik davranmışlardır


İLK VAHYİN GELİŞİ VE RİSALETİN BAŞLANGICI

Habibullah (sav) otuzsekiz yaşına girmişlerdi. Bir sene boyunca gaibden sesler duyup, bazı nurlar gördüler. Daha sonra Allah'ın sevgilisi, altı ay kadar süren sadık rüyalar görmeye başladılar. Gördükleri rüyalar apaçık ortaya çıkıyorlardı. Hz. Muhammed (sav) yaşadıkları bu haller üzerine, yalnızlık aramaya başladılar.Toplumun zülmetinden sıkılıyor; yalnız kalmayı arzuluyorlardı. Resullah halvet yeri olarak Mekke'ye 5km kadar uzakta bulunan Hira mağarasını tercih etmişlerdi. Dedesi Abdulmüttalip'te Ramazan aylarında bu mağarada inzivaya çekilirlerdi. Allah Resulü sık sık bu mağaraya çekilip ceddi Hz.İbrahim'in dini üzere ibadet ve dua ediyor; insan ve kainatın yaradılış sebep ve hikmetleri üzerinde derin düşüncülere dalıyorlardı. 610 senesi, Ramazan ayının 27.gecesi idi. 40 yaşına gelmiş olan Hz.Muhammed (sav), o senenin Ramazan ayını bu mağarada geçiriyordu.Seher vaktine doğru, vahiy meleği Cebrail (as), Allah'ın Habibine insan süretinde gözükerek hitap etti ve Kur'an'ın ilk ayetlerini kendisine okudu.Resullah olayı şöyle anlatıyor; " Bana kendisinin Cebrail adlı melek olduğunu ve Allah'ın beni Peygamber olarak seçtiğini bildirmek için geldiğini söyledi. Bana abdest almayı ve istincayı öğretti.Temiz olarak dönünce; "OKU" diye emretti. 'Ben okumayı bilmiyorum' diye cevap verdim . Beni kollarının arasına alıp sıktı.Sonra yere bırakarak; " Oku" diye emretti. Ben yine okuma bilmediğimi söyledim. Beni tekrar ve daha kuvvetli bir şekilde sıktı.Tekrar "Oku" dedi. Ben okuma bilmediğimi tekrarladım. Be sefer beni üçüncü defa sıkarak bıraktıktan sonra dedi ki; " Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından (embriyo) yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O'dur. İnsana bilmediğini O öğretti." (Alak1-5) Allah Resulu de, Alak süresinin bu ilk ayetlerini tekrar etti, inen ayetler, Resulullah'ın hem diline hemde kalbine yerleşmişti . Hemen ardından Melek kayboluverdi. Heyacan ve şaşkınlık içerisinde Hz.Resul mağaradan çıkarak evine doğru yola koyuldu.Yolda hayreti bir kat daha arttı. Zira ağaçlar, dağlar, taşlar , çiçekler; "Esselamü aleyke ya Resulüllah", diyerek kendisini selamlıyorlardı. Titreyerek eve dönen Allah Resulü, hanımına; "beni örtünüz! Beni örtünüz" diyerek yatağa girdiler. Uyandıklarında biraz sakinleşmişlerdi. Olanları Hz.Hatice'ye anlatarak, tedirginliklerini arz ettiler. Bu hadise ile beraber, Resulullah'ın özel hayatı kapanıyor, hayatının ikinci safhası olan Peygamberliği başlıyordu.


İLK MÜSLÜMANLAR

Kainatın Efendisi Hira'da aldığı peygamberlik vazifesini ilk olarak eşi Hz.Hatice'ye anlatmıştı.Eşi böylesine ağır bir vazifenin mesuliyetini zerreden kürreye vücut ve gönül ülkesinde yaşar haldeyken ; Cenab-ı Allah'ın Hz.Hatice'ye yaşattığı hal çok manidardır.O büyük kadın 'bana ne oluyor bilmem?' diye endişe duyan Allah Resulüne; 'Müjdeler olsun sebat et.Canımı yed-i Kudretinde tutan Allah ' a yemin ederim ki, sen bu ümmetin peygamberisin. Allah seni asla bırakmaz. Sen sıla-i rahmedersin, sözün doğrusunu söylersin, meşekkatte sabredersin, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın, Allah böyle kuluna kefildir.' şeklinde sözleriyle destek olmuş gönlünü açmıştır. Bu sözler onun ne kadar yüce ruhlu, faziletli ve inançlı bir kadın olduğunu göstermektedir. Cenab-ı Hakk'ın kutlu Peygamberine verdiği büyük lütuflardan biri de. Kendisine Hz.Hatice gibi bir zevceyi nasip etmesidir.Resul-i Ekrem efendimiz, ilk müslüman olma şerefine de nail olan eşine Cebrail (as) ' dan öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve imam olarak iki rekat namaz kıldırdı.Ulaştıkları gönül birliğini 'Mutlak Bir'in önünde ve O'na sığınarak perçinlediler.


Hz.PEYGAMBERİN ve İLK MÜSLÜMANLARIN MARUZ KALDIĞI İŞKENCELER


Açıktan davetin başlaması ve Müslüman olanların sayısının günden güne artmasıyla beraber, Kureyşliler de Müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırmışlardı. Hareketin lideri olması hasebiyle, en büyük taarruzlar Allah Resulüne yöneltiliyordu. Hz.Peygambere düşmanlık edenlerin başında Ebu Leheb ve karısı gelmekte idi. Hz.Peygamber!in arkası sıra dolanır; o tebliğ ettikçe kendiside; 'Ben onun amcasıyım . Muhammed sizi atalarınızın dininden döndürmek istiyor, sakın ona inanmayınız diyordu.' Hz.Peygamberin başının taşla ezmeye yemin etmiş; taşı kaldırdığında kaskatı kesilmiş, muvaffak olamamıştı.Bir defasında da önünde ateşten bir çukur açılmış, Allah Resulüne yanaşamamıştı. Peygambere olan düşmanlığı o dereceye ulaşmıştı ki; Peygamberimizin kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm 'le evli olan oğulları Utbe ve Uteybe'ye onları boşattırmıştı. Ebu Cehil'de dili ve eli ile Peygamber efendimize ve Müslümanlara çok eziyet etmiştir . Ammar b. Yasir'in annesini öldüren bu zalim, Peygamberimiz harem'de namaz kılarken, boğazlanan bir devenin döl yatağını, içinin çirkinlikleriyle getirtmiş ve Resul-i Ekrem secde de iken sırtına koyuvermişti. Kureyş'in ulularından olan Velid b. Muğire de ; hac mevsimin de halk toplandığında Peygamberimize sıfatlar yakıştırıp, en uygun sıfatında sahir (büyücü) olduğunu, zira Muhammed'in kişi işe kardeşi ve karısı arasını ayırdığını söylüyordu. O Allah Resulü'nü tek başına öldürmeye de teşebbüs etmiş, fakat; Allah'ın bi lütfü olarak, Peygamberimizin sesini Kabe'de namaz kılarken işittiği halde zatını görememiş, ne yana yönelse se arkasından gelmiş bu suretle muvaffak olamamıştır. As b. Vail Hz.Peygamber 'in oğlu Kasım öldüğünde en acılı anında kendisi ile 'etber' (erkek çocuğu olmayıp soyu kesilen) diyerek alay etmiştir.Kevser süresi As b. Vail hakkında nazil olmuştur. As b. Vail bir dağ geçidinde eşşeğinden düşüp bacağını kırmış, bu yaranın şişip mikrop almasıyla rezil bir şekilde ölmüştür.Şunu hemen belirtelim ki Allah Resulüne zarar verenlerin hepsi, habis bir ölümle ölmüşlerdir Ya hakaret ettikleri Müslüman'ların ellerine düşerek idam edilerek, ya da Hz. Peygamber'in 'Ya Rab ona bir itini musallat et ' diye beddua etmesiyle ölmüşlerdir. Nüfuzu olmayanların ve köle olanların durumu daha acıklı idi. Ayrıca Müslüman olanlara bizzat kendi aileleri türlü türü işkenceleri reva görebiliyorlardı. İslam'ın en azılı düşmanlarından olan Ümeyye b.Halef'in kölesi olan Bilal- Habeşi (ra) bazen 24 saat aç susuz bırakılıyor, bazen de boynuna ip takılarak Mekke de ücretle tutulan çocukların tarafında sokak sokak dolaştırılıyordu, buna rağmen taviz vermeyip yüzlerine karşı 'Allah birdir' diye haykıran Bilal-i Habeşi'yi efendisi Ümeyye b. Halef kavurucu sıcaklar altında sırtını güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır. ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve Lat ve uzza'ya tapmadıkça azaba devam edeceğini söylerdi. Hz.Bilal'in 'Allah birdir' demeye devam etmesi üzerine çileden çıkan Ümeyye b. Halef işkencesini Hz. Bilal bayılıp kendisinden geçene dek sürdürürdü. Hz.Ebubekir'in telkin ve vesilesi ile İslam'a giren Osman b. Afvan da, ilerlemiş yaşına rağmen, amcası tarafından işkenceye maruz bırakılmıştır.Yine Hz.Ebubekir'in delaletiyle Hz. Osman ' dan hemen sonra Müslüman olan Talha b. Ubeydullah Kureyş'in azılı pehlivanlarından Nevfel b. Adviye tarafından bir iple bağlanıp işkenceye tabi tutulmuştur. Kureyş'in ileri gelen ve zengin ailesine mensup olan Halid b.Said (ra) bir gece rüyasında Allah Resulü'nün kendisini cehenneme atmaya çalışan babasından kurtardığını görmüş ve bu rüya üzerine Müslüman olmuştur.Oğlunun ibadet ettiğini duyan babası Ebu Uhayha vazgeçmesi için ısrar etti. 'Hz.Muhammed'in dinini asla bırakmam' şeklindeki cevap üzerine, elindeki sopa kırılıncaya kadar oğlunu döven Uhayha, onu iaşesini kesmekle tehdit etti.Oğlunun 'rızkı veren Allah'tır' şeklindeki mukabelesi üzerine iyice hiddetlenen Ebu Uhayha onu hapsettirerek günlerce aç susuz bırakmaktan çekinmemiştir. İlk Müslümanlardan olan Sa'd b.Ebi Vakkas da, annesi tarafından zulme uğratılmıştı.


HÜZÜN YILI (M.620)


Üst üste gelen acı hadiselerin ilki, Hz. Peygamber'in dört yaşındaki en büyük oğlu Kasım'ın vefatı oldu Allah Resulü çok müteessir olmuştu.Oğlunun cenazesini taşırken karşıda duran Kuaykıan dağına ; "Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanamaz yıkılırdın.", demesi bu derin teessürünün bir ifadesidir. Henüz Kasım'ın vefatının hüznü dağılmadan Allah Resulü , diğer oğlu Abdullah'ı da kaybetti. Bu acı hadiseler sebebiyle Allah Resulü ve Müslümanların kalpleri kan ağlarken, müşrikler taziye etmek şöyle dursun, sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Hatta içlerinden Ebu Cehil ve As b. Vail işi daha ileri götürerek: " Artık Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir.", diye alay edecek kadar küstahlaşmışlardı.Bu lakaba oldukça alınan Allah Resulü'nü teskin etmek üzere, Allah(cc) Kevser süresini inzal buyurmuştur. " Doğrusu, biz sana kevseri ihsan etmişizdir. Öyle ise Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Asıl ebter, şüphesiz seni kötüleyendir." Bir müddet sonra amcası Ebu Talib hastalandı. Artık ölüm döşeğinde idi. Allah Resulü bir yandan kendisini korumak uğruna herşeyini feda eden çok sevdiği amcasını kaybedeceğine üzülürken, bir yandan da Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman olmasını istiyordu.Bu sebeple O hastalığı boyunca amcasının yanında pervane olmuş defaatle Kelime-i Şehadete çağırarak; " Ey amcacım, gel sen 'La ilahe illallah'de de ,onunla sana ahirette şefaat edebileyim ", teklifinde bulunmuştu. Amcası bu teklife : " Vallahi benden sonra sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı. İstediğin şeyi söyleyip sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü, ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için söylemeyeceğim." dedi. Allah Resulü'nün ; " Ey amca, şunu bilmelisin ki ,Allah tarafından alıkonuluncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım." sözleriyle mukabele etmesi üzerine Allah (cc) Resulünün şahsında mü'minlere şu ölçüyü inzal etti ; " Hakikat sen ,her sevdiğin kişiye hidayete erdiremezsin. Fakat Alla'tır ki , kimi dilerse ona hidayet verir ve O hidayete erecekleri daha iyi bilendir." ( kassas,56 / Tevbe,113 ) Ebu Talib'in vefatından üç gün gibi kısa bir süre sonra da, hanımı Hz. Hatice'yi kaybetti.Teslimiyeti, itaati muhabbet ve merhametiyle Allah Resulü'nün kalbinde taht kuran Hz.Hatice'yi kaybetmek,Allah Resulünü derin bir teessüre boğdu.Ona karşı müstesna bir sevgisi vardı.En büyük destek ve tesellicisi idi.Vefatından sonra dahi onu hiçbir zaman unutmadı ve rahmetle andı. Öyle ki Hz. Aişe, hayatta olmadığı halde en çok Hz.Hatice'yi kıskandığını itiraf etmiştir. Allah Resulü'nün şu sözü onun Allah katında ve mü'minlerin gönlünde ne kadar ulvi bir yeri olduğuna delalet eder: " Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı İmran kızı Meryem idi. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice'dir." Doğmadan önce babasını,altı yaşında iken annesini kaybederek öksüz ve yetim kalan Allah Resulü, amcasını ve hanımını kaybetmekle belki de ikinci kez öksüz ve yetim kalmıştı. Yüklendiği bu çile ve hüzün dolu hadiselerden ötürü bu yıla " HÜZÜN YILI " denmiştir. İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.



alıntı : www.turkmania.com




28 Ocak 2009 Çarşamba

ÜLKÜCÜLÜĞÜN TEMEL ESASLARI

ÜLKÜCÜLÜĞÜN TEMEL ESASLARI
Gayemiz iyi bir Türk olmaktır. İyi bir Türk olmak, Türk'ün törelerini, dilini, dinini, ülküsünü iyi bilmek, iyi yaşamakla olur. Türk'ün gücü imanıdır. İmanının özü ise kendi öz kültürüdür. Türk kültüründe, milletin aynı kültür doğrultusunda yaşamasının sağlanması için, üç unsura kayıtsız şartsız bağlanılması gerekmektedir. Lider, doktrin, Teşkilat. Bu üç unsuru iyi bilmek, anlamak, yaşamak zorundayız. Bu üç unsur milletin birlik, dirlik ve güçlülüğünü sağlayan temel prensiplerdir. Türk kültüründe güçlü devlet kurabilme, Turan'ı gerçekleştirebilmek ve Kutlu Düzeni sağlamak için gerekli olan bu üç unsuru tek tek tetkit etmek gerekiyor.

LİDER
Liderlik, okullarda okuyarak, ihtisas yapılarak elde edilebilecek bir mefhum değildir. İnsanlar birbirinden ayıran bir özellik şahsi karakteridir. Bazı insanlar inançlarına tam anlamıyla bağlıdır. Yaşayış tarzını tamamen inançlarına göre düzenler. Duygularını ve düşüncelerini bu inanç istikametinde yönlendirir. Bu kişilerde bu inançlarına bağlılık karakteristik bir özelliktir. İşte Cenabı Allah bazı şahsiyetli insanlara, kendi kültür öğelerini iyi yaşama vasfını nasip etmiştir. Türk lideri de, Türk kültürünün bütün öğelerini en iyi bilen, en iyi uygulayan şahsiyet sahibi olmalıdır.Türk'lerde liderlik vasıflan ve Türk kültürü içerisinden çıkarılmış bazı öğeler şunlardır:
Lider, özü sözüne uygun olan kimsedir.
Lider, yüksek bir ahlakın, üstün bir seciyenin sahibi olan kişidir.
Lider, ölüme giderken de inançlarından taviz vermeyen kişidir.
Lider, teşhisinde yanılmayan, kolay kolay aldatılmayan, aldanması mümkün olmayan kişidir.
Lider, milli olanı milli olmayana her zaman tercih eden, bu tutumunda her zaman kararlılık gösteren kişidir.
Lider, her türlü haksızlığın karşısında başını dimdik tutan ve zorbalıklar önünde eğilmek nedir bilmeyen kişidir.
Lider kişinin, sınıfların, baskı gruplarının yararına değil, öncelikle milletin menfaatlerini düşünmesini bilen kişidir.
Lider, milli olmayan her düşüncenin, her ekonomik sistemin ve devlet anlayışının karşısında milli olanı büyük bir faziletle, korkusuzluk ve cesaretle savunmasını bilen kişidir.
Lider, milleti meydana getiren dil, din, kültür, tarih ve soy birliğine, vatan kavramına sadakat ile bağlılık ile göstermenin bir zaruret olduğuna inanan kişidir.
Lider, sosyal hafiflikleri değil, milli vakar ve üstünde tutulmasını isteyen ve bu konuda her türlü dikkat ve titizliği gösteren kişidir.
Lider, gerek iç politikada, gerekse dış politikada olsun, millet ve devlet yararına alınması ve geliştirilmesi gereken meseleleri kendi politik ve kişisel çıkarları için bir araç olarak kullanmak heveskarlığına kapılmayan kişidir.
Lider millet devlet felsefesini "Devleti Ebed müddet" ilkesi doğrultusunda ve kendi soylu esprisi dahilinde yaşatmayı amaçlayan kişidir.
Lider, milleti, devleti ve ülkeyi tehdit eden her alçakça girişimin tam zamanında karşısına dikilen kişidir.
Lider, milletin ruh ve gönül yapısı ile sosyal alışkanlıklarını daima göz önünde bulundurarak, millete en yararlı olması gereken çare ve tedbirleri almada başarı gösteren kişidir.
Lider, nazizme, faşizme olduğu kadar komünizme de, millet varlığı için tehlikeli gördüğü her türlü kozmopolit akım ve sistemlere de olmaz demesini, durdurucu, caydırıcı ve önleyici tedbirler koymasını bilen kişidir. , Lider, günübirlik meselelerin yerine büyük ülküleri gerçekleştirmeyi, milletin, devletin ve ülkenin 10-15 yıl sonraki geleceğini değil, 50-100-200 ve hatta 500 yıl sonraki geleceğini düşünen bunun ilmi hesaplarını, aritmetiğini varsayımdan, ihtimallerden ötede değerlendirme cihetine yönelen kişidir.
Lider, kanunların örf, gelenek ve adetlerle modern teknikte ilim ve uygarlık anlayışının birbirinin tamamlayıcıları olarak benimsenmesi üzerinde önemle duran kişidir. Bu gerçeğe inanan,iman eden kişidir.
Lider, milli istiklal, toprak bütünlüğü, milletin birlik ve beraberliği yolunda ölümü bile ehvenden sayan kişidir.
Lider, milletini çağların üstünden sıçratarak milletine bu ruh, bu inanç ve bu şuuru aşılayarak, onun ilim de, teknikte ve uygarlıkta en ileri milletlerin de önünde yer almasının mücadelesini veren kişidir.
Lider, hiç bir ön yargı ve siyasi yatırım amacıyla yahut maddi menfaatleri karşılığında devlet sırlarını açıklamayan, bu zavallılığı, benimsemeyen kişidir.
Lider, her türlü iftira, yalan ve hakaret ifade eden kelimeyi sözlüğünden çıkartıp atan kişidir.
Lider, ön sezgisi kuvvetli, kararlı isabetli, fikir ve kanaatleri istisnasız bir şekilde en mükemmel, en iyi ve en doğru olan kişidir.
Lider, güçlüklerden yılmaz, tehditlere papuç bırakmaz, vatanını bir pula satmaz.
Lider, kavgadan kaçmaz, kaçırılmaz.
Lider, dün neyi savunuyorsa, bugün de, yarın da yine aynı şeyleri savunarak savaşını sürdürür, daima ileriye bakar, ufku daima ilerisidir.
Türk töresinde liderde aranan vasıflar bunlardır. Bu vasıflara sahip bulunan şahsiyetler daima hedefe varır. Türk İslam davasını sistemli hale getiren dava önderinde mutlaka bu vasıflar bulunmalı. Zira dünya milletleri kendi menfaatleri için başka milletler üzerinde hesaplar yapmaktadır. Bu vasıflara sahip şahsiyetler başka milletlerin kendi ülkelerindeki hesaplarını bozar. Bu vasıflara sahip olmayanlar ülkeyi başka milletlerin güdümüne bilerek veya bilmeyerek sokarlar.Cenabı Allah sevdiği Türk milletine en buhranlı günlerinde mutlaka kurtarıcı bir lider nasip etmiştir. Alparslan Türkeş yüzyılımızın bu vasıflara yegane sahip lideridir.Onun hayatı başlı başına bir mücadele başlı başına bir davadır. O lidere bağlılık ve teslimiyet, kendini Türk kabul edenlerin yapması gereken şeylerdir. Hele de bu Türk ufkunu Nizamı Alem'e yöneltmiş bir ülkücü ise, liderini iyi tanımalı ve ona teslimiyet bilinci ile bağlanmalıdır.1944 yılından beri fikirleriyle bütün Türk dünyası için hürriyet mücadelesi veren, doktrinleriyle de Türk Devleti'ni güçlü, kılmak milletinin mutlu olmasını sağlamak ve dünya insanlık aleminin gerçek adalete kavuşması için çizgisinden taviz vermeyen her türlü çileye rağmen Hak yolunda mücadeleye devam eden ve Türk milliyetçiliğinin milletimizin milli meselesi olmasını sağlayan 1300 yıl sonra Türk kurultayı yapan ve bu kurultayda Hakan'lık unvanı alan Dünya Türk'lüğünün değişmez Lider'i Alparslan Türkeş'tir. Makamı "Başbuğ’luktur.

DOKTRİN
Bir milletin kendi kültürüyle yönetilmesi o milletin milletlerarası mücadelesinde zafer kazanmasına sebep olur. Liderlik anlayışımızda olduğu gibi devletin, kalkınma meselelerini çözümde kendi kültürümüzü örnek alıyoruz.Dolayısıyla devletin kalkınma politikasını, Türk Kültürünü incelediğimizde bazı dilimlere ayırmak zarureti hasıl oluyor. Bu konu uzmanları tarafından 9 dilime ayrılmıştır. 9 rakamı Türk Kültüründe ve İslam inançlarında kutsal sayılan bir rakamdır. Türkiye'nin kalkınmasını 9 farklı maddeler halinde dilimlere ayırıp her birini ayrı ayrı kültür potasında çözümleme yoluna gidilmiştir.Türkiye’nin bugün ileri gitmiş modern milletlerin, modern devletlerin seviyesine ulaşması için dünya çapında ilim adamları ve teknik insanlar kadrosuna ihtiyaç vardır. Bu kadrolarla tamamen, %100 milli bir tutumla eksikleri tamamlamak, hataları gidermek gerekir.Kendi öz değer ve kültür kaynaklarımızla milli ihtiyaçlarımızı esas alarak telafi etme ve çare bulma düşüncesiyle 9 ışık ortaya konmuştur. "Herşey Türk için, Türk'e göre, Türk tarafından" sloganında manalaşan ve Ozan Arifin söylediği "Doktorun Türk, ilaç İslam olacak" mısralarına akseden milli kurtuluş ve milli yükseliş hamlesi dün olduğu gibi bugün de hatta yarın da Türk Milletinin yegane kurtuluş reçetesidir. Çünkü diğer bütün fikri ve siyasi ideolojilerin karşısında tek Milli Doktrin'dir. Çünkü kaynağını, özünü Türk kültüründen almaktadır. Çünkü doktriner yapımız "Türk'lük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve faziletidir."Bu doktriner yapımızı maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz.1. Milliyetçilik2. Ülkücülük,3. Ahlakçılık,4. Toplumculuk,5. İlimcilik6. Hürriyet ve Şahsiyetçilik7. Köycülük,8. Gelişmecilik ve Halkçılık9. Endüstri ve TeknikçilikTürkiye bu maddelerde izah edilen dilimleri iyice anlamadan , bu doktirinleri uygulamadan dışarıdan ısmarlama alınan yabancı sistemlerle yükselişini ve kurtuluşunu sağlayamaz. Bu doktrin Türk’ün özü , Türk’ün kurtuluş reçetesidir.
TEŞKİLAT
İnsanları milliyetçi , toplumcu fikir yapımızla aydınlatma , koordine etme ve ülkücünün yakın hedefinin iktidar olmasını temin için birer eğitim yuvası olan Ocaklarımız ve ocaklarımızda yetişen , yetişirken de devleti kurtarma , topraklarımızı vatan yapma , milletin milli değerlerini yüceltme , insanlara şahsiyet kazandırma ruhunu almış kadroları iktidar yapma vasıtası olarak da M.H.P her ülkücünün teşkilatıdır. Ocaklarımız birer ilim irfan yuvasıdır ve de öyle olmalıdır. Biz Ülkücüler bu ocaklarda devletimizin bekası için yetişmek ve hazır olda beklemek mecburiyetindeyiz. Çünkü devletine sahip çıkan , millet için çalışma arzusu taşıyanlar ülkücülerdir. Öyleyse ülkücülerden başkası devleti için var gücüyle çalışmazlar. Bizler kadrolarda yerimizi alarak , ocaklarda aldığımız ruhu iktidara taşımalıyız. Bu yol partilerden geçer. Var oluşlarının gayesi milli kurtuluş hamlesi olan tek siyasi vasıta Milliyetçi Hareket Partisi’dir.Çünkü Milli kurtuluş ve yükseliş davası diye kendi kültürümüzde bulduğumuz Dokuz Işık’ı doktrin halinde savunan ve iktidara geldiğinde uygulanacak tek çare olarak gören siyasi parti M.H.P’dir.

BAŞBUĞ'DAN ÖZLÜ SÖZLER

Hepiniz birer Türk Bayrağı'sınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin yere düşürmeyin.

Bölünme kabul etmez, kutsal bir bütün halinde Büyük Türkiye'yi yeniden inşa edeceğiz...

Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümez. Her şeyde örnek olmak lâzımdır.

Millî kalkınmamızı gerçekleştirmek, her Türk ferdini hür yapabilmek için Türk Milletini yeniden kurmak zorundayız. Vatandaşlarımız arasında parti, mezhep, ırk ve bölge farkı gözetmeksizin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız.

Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız.

Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâva başarıya ulaşamaz.

Alınan görevleri yapmak ve yapıldığını takip etmek lâzımdır. Millet hayatında başarı devamlılığa bağlıdır.

Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazifenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktir. Dâvamızın geleceği birliktedir. Birlik, beraberlik içinde olmaktır.

Komünist sistemlerde halkın esaret altında oluşunun sebebi bir mülk sahibi olamamasıdır. Hürriyetin tek garantisi mülkiyettir.

Bizim savunduğumuz Dokuz Işık'çı sistemin hedefi Türk Milletinin her ferdini mülk sahibi yapmaktır.

İnsanlık âleminin en şerefli bir ailesi Türk Milletidir. Dokuz Işık demek, Türk Ülküsü demektir.

Türk töresi, Türk ülküsünün ayrılmaz parçasıdır.

Ülküsüz insan çamurdan farkı olmayan bir varlıktır.

İslâmiyeti ele alıp Türklüğü inkâr etmek ihanettir. Bunun tersi de aynı derecede gaflet ve ihanettir.

Türkün en önemli vasfı teşkilâtçılığıdır.

İnsanlar; yoksulluğa, açlığa, susuzluğa tahammül ederler. Fakat adaletsizliğe, hor görülmeye, aşağılanmaya ASLA müsaade, müsamaha etmezler.

Ahlâkçılık anlayışımız, Türk Ahlâkı ve Müslümanlık inancından meydana gelmiştir.

Türk töresinin bir diğer şartı da haddini bilmektir. Haddim bilmek... Ne kendinizi dev aynasında göreceksiniz. Herkese yukarıdan bakacaksınız, ne de kendinizi aşağıdan göreceksiniz, aşağıdan bakacaksınız.

Türk Töresinin bir şartı da yüksek vazife duygusudur. Vazifeyi her ne pahasına olursa olsun yapmaktır. Diğer bir şart, toplum uğrunda her çeşit fedakârlığı yapmaktır. Millete hizmet yolunda şahsi menfaatlerden, şahsi zevklerden feragattir. Vazgeçmektir. Kişiler kendilerini millet için feda ederler. Türk Milleti'nin büyüklüğü böyle yükselecektir. Onu sizler yaşatacak, sizler yükselteceksiniz. Türk Töresinin en önemli bir gereği de sır saklamaktır. Sır saklamak...

Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez

TÜRKLÜK bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.

Fikir, iman, ülkü aşkı ... İnsanları güçlü yapan bunlardır.

Türkçüler Günü olan 3 Mayıs (1944) büsbütün ayrı bir düşüncenin sonucudur. İç düşman olan, kılık değiştirerek milletin içine giren ve hükümetin gafletinden yararlanan komünizme karşı Türkçü gençlerin bir uyarma yürüyüşüdür.

Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer maddi güçleri tarafından yok edilmeden önce, manevi ve fikir güçleri tarafından esaret atına alınırlar. Böyle bir toplumun esir ve yok olması kesin hale gelir.

Türk Devletinin yenilmez, zinde hayat gücü ve Türk Milletinin teminatı ve istikbali gençliktir.

Türk aydınları için Batı'nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felaket düşünülemez."

Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür.

Gençliğimizi büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlaksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş.

Ülkücüler, insanlık âlemi içinde ne uşak olmayı, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen şerefli bir bayrağın taşıyıcısıdır.